28 Şubat 2013 Perşembe

Kelebeğin Rüyası

Ya aslında bir kelebek isek ve bu çile dolu dünyamız rüyadan ibaretse?

Ömrünü 24 saat kadar bildiğimiz kelebeğin, ömrü ne ki rüyası ne olsun? diye düşünüp çok konuşulan filme gittik... Genelde popüler yapımlar standartları kaşırlar ve dar çerçeveden çıkamazlar o yüzden sanatçı ruhlular popüler olana her zaman mesafe ile yaklaşmışlardır... Ben mi? Ben tam bir popülistim, Murat Boz dinler, herkesin sevdiği ne varsa ben de severim...

Bu arada filmden önce beklerken kelebekleri düşündüm, kelebek deyince aklıma sadece o çok az yaşayabilen, baharda kırlarda gezip çiçekten çiçeğe polen taşıyan sevimli hayvanlar geldiğini farkettim... Peki gerçekten kelebekler rüya görebilir miydi?

Bir kere kelebeklerin 1 gün yaşayabileni olduğu gibi 1 yıla kadar da yaşayanları olabiliyormuş... Bir de insanda nasıl 9 aylık bir anne karnı maratonu var ise kelebeklerde de tırtıl maratonu var... İpek böceği kozasından çıkar ya hani bir resim vardır... Kelebek olgunlaşır ve uçmaya başlar, uçmaya başladığından itibaren kelebek deriz onlara...

Kelebek mi kelebek de yine göreceli güzeldir, geriye kalan hersey gibi... Eğer çok yakından bakarsanız bir güzellik göremezsiniz, ancak belli bir mesafeden bakarsaniz güzelligini farkedersiniz.

Kelebek dediğiniz uzaktan güzeldir, yüzüne tüylerine odaklanırsanız bir güzellik göremezsiniz!


Kelebeklerde konu çok, bir de bunların etkisi var... Bunlardan bir tanesi dünyada bir yerde bir kanat çırpıyor, bir anda bir hava dalgası oluşturuyor, bu hava dalgası rüzgara ekleniyor, rüzgar fırtınaya, fırtına sular sellere dönüşüyor, ABD'de selden dolayı üretim yavaşlıyor, yavaşlayınca Asya ve Avrupa bundan etkileniyor ve küresel kriz çıkıyor... İşte kelebeğin bu kadar önemli olabilme ihtimaline; Kelebek Etkisi diyoruz...

Neyse biz filme dönelim...

Bir gün bir ermiş rüyasında bir gün boyunca kelebek olduğunu görmüş, sonra uyanınca düşünmüş; ya aslında "bu insan yaşamım" kelebeğin gördüğü bir rüya ise ve rüyadan uyanacaksam?

Zonguldak'ta doğmayı tercih etmemelerine rağmen dünyanın en zor işini yapmak zorunda bırakılan maden işçilerini unutamam herhalde artık... Ama bir kelebeksek, bu maden işçiliği ve Zonguldak'ta doğma durumu bir rüyaysa ve uyandığımızda kırlarda uçmaya devam edip o çiçek senin bu çiçek benim seksüel bir köprü görevi görmeye devam edeceksek? Zonguldak'ta doğanların dünyanın en zor işini yapmak zorunda olmamasının tek bir şartı var, hasta ve ölecek olmak! Söyleyin hangisini tercih edersiniz? Tedavisi olmayan bir hastalığa yakalansaydım kesin şair yada ressam olurdum... Şimdi neden olamıyorum, bir kelebek olduğum ve aslında rüyada olduğum için mi? Düşünsenize bu bir hayal olsaydı... Hiç insan hayalinde maden işçisi olur mu? Verem olur mu? Hayal dediğiniz %100 kalitenin tercih edildiği rüya!lardaki ortamdır... Örneğin Audi A5 hayali kurulur mu? Büyük ihtimal Q7, Ferrari, Maserati yada X6 hayali kurabilirsiniz... Ulaşabileceğinizi düşündüğünüz şeyler hayaliniz olamaz, doğasına ters!

 A5 cok güzel de olsa hayalini kurmazsiniz... Cünkü hep daha iyisi vardir.

Film bazı tabuları yıkmaya çalışmış;

Suzan sorar; Ne iş yapıyorsunuz siz?
(Edebiyat Öğretmeni Behçet Necatigil olan Rüştü ve Muzaffer ne desin?)
Muzaffer ve Rüştü; Şairiz biz...
Suzan devam eder; Bir iş yapmıyorsunuz yani!
(Şairliği bir şey olarak kabul etmeyen zihniyete ne denir? Zorunlu olarak bir şey söylenmelidir onun anlayacağı!)
Muzaffer ve Rüştü; Memuruz biz...

Şirket kuran ve internet sitesinden projeksiyon, perde falan satan bir mühendisi düşünün, makine mühendisliğinden mezun olmuşsunuz, öğretmen babanıza sorduklarında ne diyecek?

Naptı sizin oğlan?
Valla bir şeyler yapıyor işte!

yada

Evlenmek istediğiniz kadın babası ne iş yapıyor diye sorduğunda ne diyecek?
(Ben iş adamı demesini önerirdim...)
Ama büyük ihtimal makine mühendisi diyecektir :D

Bunlar söylemlerdir, farkında olmadan söylemlerimiz kültüre dönüşür, şairliğin işten kabul edilmediği bir ülkede şair yetişemez, şair olmayı tercih edenler ya tuzu kuru zenginler yada veremliler, aidsliler olacaktır...

Behçet Necatigil'i artık tanıyorum, bir film yada bir sanat eseri tanıtabilir ancak bir şairi... Kelebeğin Rüyası Behçet Necatigil'i tanıttı bizlere... Zonguldak'ta bir öğretmendir Behçet Hoca... Şaire kıyamaz, kıymet verir, bizim Muzaffer ile Rüştü'nün hocalarıdır...

Kabatas lisesi mezunudur... Istanbulu bilir... Kelebegin rüyasinda güzel seyler görmesini saglayabilir... Bir de simdi Ordu'da olan dostuma Behcet Hocadan bir siir paylasalim, hep oldugumuz yeri hatirlatalim...

BARBAROS MEYDANI

Biliyorum ayıp ve mânasız 
Ama peşlerinden gidiyorum 
Gezmeye çıktıkları vakit 
Ana kız. 

Utanır da belki 
Anasının sırtındaki 
Yeldirmeden, 
Kız bir adım önde gider 
Sezdirmeden. 

Beşiktas'ta Barbaros Meydanı 
Sağı anıt, solu türbe 
Ortası kare şeklinde, 
Parkıdır yoksulların 
Bilhassa yaz ayları. 

Fidanların, mezarların önünde 
Yontulu taşlar çepçevre, 
Yer yer banklar konulmuş, 
Meydana dolmuş millet 
Sıra sıra oturmuş. 
Ah genç kız kalbi, 
Sıralara bakar elbet. 

Meydanın ilerisi deniz kıyısı 
Karaya çekilmiş kayıklar 
İskele gazinosu yanda 
Sulara dökülmüş ışıklar 
Üsküdar şu karşısı. 

O nemli topraklara 
Ana çöker yorgun argın, 
Kalmış gözü arkada 
Kendi ayakta kızın.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Mekan Fikirleri - "Farkındalık Fabrikası"

Akşam 17:00-19:30 arası yemek vakti kabul edelim... Mekan çok büyük değil, en fazla 30 kişi alıyor... Mekanın girişinde bir yazı tahtası... Herkes gecenin düşünce menüsünde yer almasını istediği konuları not ediyor...

Mekanın duvarlarında önemli yazılar var... "Benden farklı düşünenler benim için çok kıymetlidir." "Önce dinle sonra değerlendir ve düşünceni paylaş" "Bilgi olmadan düşünce olmaz" "Karar verirken uzmanına danışırım" "Bilmiyorum kelimesini rahatlıkla kullanırım" "Paylaşmanın sorumluluğunu taşırım, konuşur tartışırım"

Herkes 3-5 farklı konu yazmıştır; "3 çocuk fikri", "idam olmalı mı", "eşcinsellerin hakları", "sanatçıların sessiz kalışı", "küresel ısınma", "Türkiye'de bilim kurgu sineması" "rafting; birliktelik sporu"

akşam saat 19:30 gibi oylama yapılır... Moderatör başlığı yazanlardan 2-3 dakikalık kısa bilgi vermesini ister.. Konuşmak isteyen herkes başlığın içeriğini kısa şekilde özetler. Çoğunluğun oylarıyla belirlenen konu üzerine konu başlığını açan kişi konuşmaya başlar...

Duvarlarda kısım kısım raflar vardır, bu raflarda belli konuların işlendiği en önemli kitaplar yer alır... Siyaset, kişisel gelişim, tarih, roman... ve aynalar vardır, duvarlarda üzerinde ben kimim yazan...

Bazı önemli tablolar çizimler vardır... Bir de kişiler çizimlerini, yağlı boya çalışmalarını şiirlerini "görüş" denilen yerde sergileyebilirler, yemek yemeye gelen kişilerden isteyenler yorumlarını not düşebilirler...

Fonda dünyadaki en meşhur müzikler çalar... "Lets Do It" gibi "New York" gibi parçalardan bahsediyorum ve şarkıların sözleri slaytta yer alır mutlaka, buna göre bir mekanizma kurulmuştur...

Bir oda vardır bu mekanda... Odada bir fotoğraf karesi, altında bir defter, odadakiler fotoğraf karesindeki hikayeyi tamamlarlar... Ne görüyorlarsa ne hissettilerse o karenin devamını getirirler yada öncesini açıklarlar... Fotoğrafa can katarlar isimsiz... Ve isimsiz kişiler okuyup yorum yazabilirler... Mekan farklı zamanlarda gelen insanların buluşmasını ve konuşmasını sağlar aslında bu tarzıyla...

Bir şeylerin farkına varmak isteyen, bilgiye ve eleştiriye aç kişiler altta seçtikleri konuyu medeni bir şekilde tartışmaktadır, konuşmacı yönetir grubumuzu, hakaret ve aşağılama kesinlikle yasaktır, dinlemek istemeyen çekip gidebilir... Eleştiri sadece ve sadece gelişim için yapılır...

Farklı akşamlarda müzik, şiir, roman geceleri düzenlenebilir...

Mekanımız yalnızlıktan ölenlere düşünmeyi tavsiye eder, sıkıntıları dert edinmeyi... Ve dert edinenlerle buluşmayı... Bazı şeyleri önemser, sürdürülebilir düşünce sistemleri geliştirir, sorunlara mutlak çözümler getirmese de süreci ve metodu belirlemeye çalışır... Gözümüzün önündeki bazı şeyleri fark etmemizi sağlar...

Ütopik bir mekan Türkiye için ancak devamlı müdavimleri olabilecek bir mekan... 3-4 katlı düşünülebilir, farklılıkları sergileyebilmek için... İçeri giren sanat ve sanatçıya özenmelidir... Aykırıdır, sıradanlıklardan ve tek-tipleştirmelerden özellikle de manipülasyondan şiddetle kaçınır...

Ciddi bir sermaye gerekiyor ve mekanın adını tanıtacak, sürükleyecek tartışma kültürüne sahip kişiler gerekiyor... Her girişim gibi burada da en önemli varlık insandır...

24 Şubat 2013 Pazar

Girişimcilik Üzerine 1 - Neden Girişimcilik?

        Her adım gibi, bizi biz yapan her aksiyon gibi girişimciliğin de bir sebebi yada adresi olmalıdır. Kapitalist düzen içine sıkışamayacak kadar büyük bir konudur girişimcilik, girişimci ise tam bir kahramandır... Alışkanlıkları değiştiren, riske giren, değişimi arzulayan kişidir girişimci... Dünyadaki en güzel eylemlerden biridir.

    Günümüzde yada geçmişte girişimciliğin zorluğu pek değişmedi... Her dönemde her grupta girişimciler meydan okudular var olana...

1920 baharında Atatürk ve arkadaşları meclisi açacaklar, ancak o da ne! Türkiye Büyük Millet Meclisi binasına çatısına koyacak kiremit yok! Nasıl olur demeyin, bir ülke düşünün savaştan yeni çıkmış ve bazı şeyleri bulmak hiç de kolay değil... Mart ayında açılmak istense de tüm girişimcilere rağmen kiremit eksikliğinden bir türlü açılamaz. Bir genç sabah gelir "ben bulurum" der... Ankara halkının kapısına koşar, kapı kapı dolaşır, der ki önümüz yaz, kiremite ihtiyacınız olmayacak gelin siz kiremitleri adedi 2 liradan bana satın, akşama 2 at arabasına yüklenmiş kiremitlerle meclisin yolunu tutar, Celal Bayar ve Mustafa Kemal kiremitleri görünce şoka girer... Genç: efendim tanesi 5 liradan kiremitler sizindir! Kiremitler alınır, meclis açılır, o genç Vehbi Koç'un ta kendisidir!

    Girişimci çekim merkezi oluşturur, talepleri yönlendirir, ihtiyaçları giderir, pozisyonu gereği çok şey bilmek ve cesurca aldığı hızlı kararları uygulamak zorundadır... Girişimcilik doğası gereği zordur, sürekli yenilmek normalleşmiştir ve bu sizin için yaşam tarzı haline geldiğinden asla durup düşünmez uçurumdan mutlaka düşersiniz.

    Bilginin yayıldığı, kapitalizmin güçlendiği günümüzde hele de gelişmiş bir ülke iseniz girişimcilere yani süper kahramanlara ihtiyacınız var. Mühendisi, mimarı, tüm yetkin meslekleri anlamlı kılan girişimcidir. Fındığı alır, çikolata ile birleştirir, Nutella olarak satar, yazıcılarda kullanılan bir aleti alır, mouse (fare) dediğimiz bilgisayar kadar önemli kabul edilen bir icada dönüştürür.

    Bu süper kahramanlar günümüzde Steve Jobs, Marc Zuckerberg gibi isimler olarak anılıyor, peki ülkemizin ne zaman kaderini değiştirecek girişimcileri olacak?

Cavit Cav; 1924 Paris Olimpiyatlarına bisiklet dalında katılmış ancak bisikleti standartlara uymadığı için diskalifiye edilmiştir. Sizce ne yapmış olabilir? Cavit Cav Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük girişimcilerden biridir; tekrar olimpiyatları denedi, bisiklet sporunun Türkiye'de gelişmesi gerekiyordu ama bir şey eksikti! Başarılı olmak için çocuklar bisiklete binmesi gerekiyordu, bunun için de birilerinin bisiklet üretmesi gerekiyordu, Cavit Cav, bisiklet sporcusu, girişimci, kahraman... Cav bisikletlerinin imalatçısı, girişimci...

    Girişimci demek; şirket demek, satış demek, istihdam demek, gelir demek, vergi demek, yeni ürünler ve ihtiyaçların giderilmesi demek, daha uygun fiyatlar, daha yüksek teknoloji demek... Girişimci karar ustası demektir... Marangoz ağaç, kuyumcu altın ustasıdır, girişimci karar ustasıdır. Bir ülke gelişecekse kritik kararların eşiğinde gelişir... Kritik kararları USTA olan girişimciler alır... Mesela yeni anayasanın taslağını TÜSİAD gibi kurumlar hazırlar hükümete sunar... Kavramları girişimciler değiştirir, bir ülkeyi dünyayla ilişki içerisinde girişimciler tutar... Girişimci parayı yönetir, insanı yönetir, krizi yönetir, zamanı yönetir...

    Girişimci dediğiniz zamanının bilgesidir, her konuda danışabilirsiniz, verim aşığıdır... Talepleri insanların taleplerini yönlendirir. En önemlisi girişimcinin ZENGİN ve GÜÇLÜ olma potansiyeli vardır, bu potansiyel onu dünyanın en önemli insanlarından biri yapar. Düşünsenize Sakıp Sabancı ya sinema ve yönetmenliğe merak salsaydı, bir de Star Wars serisi tutkunu olsaydı... Rahmi Koç müzesinin olduğu yeri film stüdyosu yapsaydı, Türkiye'de bilim gelişirdi, sinema ve yan alanları gelişirdi, dünyaya açılırdı, sanat ve sanatçı çok daha önemli bir konumda olurdu, sanatçılar daha cesur olabilirdi...

    Mesleğiniz ne olursa olsun girişimci olabilirsiniz, ilkel insanlar hastalanırlardı hastalığına çözüm bulanlar yine girişimcilerdi... Hastalığa çözüm buldukları için büyücü sıfatını aldılar ve onları lider kabul ettiler... Şimdi insanlar yine neyi nasıl yapacaklarını söyleyen bireyler arıyorlar... Silvio Berlusconi bir medya patronu olarak İtalya başbakanlığına kadar yükselmiştir... Richard Branson ise 350'den fazla şirketin sahibi... İngiltere'nin en büyük girişimcilerinden olan Branson Virgin markasından çok fazla kazandıktan sonra çevre kirliliği, global ısınma gibi konularla ilgilenmiştir, biyoyakıt teknolojisini pahalı olmasına rağmen kullanan ve yayılmasını sağlayan biridir, ayrıca dünyayı rekor denemeleri ile farklı noktalara da sürüklemiştir.

    Şimdi diyeceksiniz ki bahsettiğin örneklerin hepsi ihtiyar... Evet Steve Jobs'tan tutun, Richard Branson'a hepsi ihtiyar ancak bir zamanlar gençken girişimciliğe adım attılar, girişimcinin büyüklüğü ne kadar uzun vadeli düşünebildiğine göre değişir ve girişimi büyür... Bu bir süreç meselesidir, girişimciler adeta alaylı birer "dünyanın gidişatını değiştirme" uzmanıdırlar... İlham verirler, birileri nasıl olacak diye sorarken onlar neden olmasın diye sorarlar. Bu arada Richard Branson şimdi de uzay turizmini başlatıyor, neden olmasın?

Dostlar, ihtiyacımız olan şey, zengin yada pragmatizm adı altında her şeyi mübah kılan acımasız kapitalistler değildir... Dünyayı ve ülkesini geliştirmek isteyen, değişimi arzulayan, merakına yenik düşen, karar alma uzmanı, ticaretten, siyasetten anlayan yenilikçi cesur bireylerdir...

    Girişimcilik sonunda elde edeceğiniz şeyler elbette olacaktır... Aklınızda hayalleriniz, milyonlarca bilgi olacaktır. Girişimciliğin hiç bir zaman umursamayacağınız mutsuzluk getirdiği kaçınılamaz bir gerçektir. Ancak sorumluluklarının bilincinde olan bireyler zorluklara adım atarlar...

Unutmayın, Sadece Hayaller Gelecekten Haber Verebilirler!

21 Şubat 2013 Perşembe

Günümüzde Mutlu Olmak Çok Zor!


Bir zamanlar çok uzakta değil, Sinop’ta, çağının en büyük filozofu Diyojen yaşıyordu… Evim dediği fıçısı, su içebildiği tası ve yarenlik ettiği köpeğinin dışındaki her şeyin fazla olduğuna inanıyor, “insan ihtiyacı olanla yaşamalı ihtiyaç duymadığı şeyleri ise terk etmeli” felsefisini güdüyordu. Bir gün çocukların eliyle su içtiğini görünce tasını yere çalıp kırdı, artık ona da ihtiyacı yoktu…
         Birilerinin geçmişte daha kolay mutlu olduğu varsayımı beni günümüzde mutlu olmanın daha zor olduğu düşüncesine getirdi… Zaman içerisinde kaybedeceğimiz şeyler artmıştı. Güney Amerika'da Portekizce konuşan tek ülke Brezilya, “Fast Furious” filmindeki iddiaya göre bunun sebebi İspanyollar tüm Güney Amerika'yı kılıçtan geçirirken, Portekizliler Brezilya'ya ellerinde değerli kumaşlar, mücevherler ile gittiler… Amaç; kaybedeceği bir şey olmayan yerlilere kaybedecekleri bir şeyler vermekti… Ve aynı yerliler kazandıklarını kaybetmemek için Portekizlilerin kolonisi olmaktan kaçamadılar.

Umut Sarıkaya'nın Efsanevi "Montla Sıç" Çözümü - (Tıkla ve Büyüt)


       Ulaşım’ın hızlanması, internet ve şimdi de herkesi takip edebildiğimiz Facebook… Mutsuz olmak çok kolay çünkü artık daha çok biliyoruz… İnsanların edinimleri bizi daha çok yoruyor, ister istemez mutsuz oluyoruz, bir Paris filmi (Midnight in Paris) izleyip Paris’e gitmek istiyoruz… Geçmişte bunu yapmak için gidiş dönüş belki de 3 aylık yolculuk gerekirdi… Ayrıca yolda yaşayacağınız da ayrı bir macera… Paris’e gitmek istemek güzel olduğunu bilsen bile çok zordu.

İnternette zenginleri ve yaptıklarını rahatlıkla görebiliyoruz, televizyonda lüks yaşamlarla kendimizi tatmin ediyoruz… Görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz duyuların çalışması demek istemek demektir. Tüm bünyelerde talep hızla artıyor, ancak bünyemiz bu talepleri karşılayacak maddi güce ve zamana sahip değil… Yani önemli olan zengin olmak ya da duyuları tatmin etmek için zamanın olmakla ilgili değil… Her şeyi yapmak istiyoruz… Ayakkabısı olmayanları da görmemize rağmen tek baktığımız daha iyi ve pahalı bir ayakkabı…

        İşin kötüsü teknolojik gelişmeler arttıkça her şeyi daha kolay elde etmeye alışıyoruz, yani tembelleşiyoruz… Eskiden gün boyu toprağı yorulmadan kazabiliyorken artık bunu makinayla bile yapmaya eriniyoruz…

        Tüm bunlar mutsuz olmak için yeterli mi değil mi bilmiyorum ancak asıl konu çok daha derinde… Bilgi ve bilmek eski çağlardan beri mutsuzluktur. Tüm filozoflar, sanatçılar bohem yaşarlar, toplumun geneli gibi bir türlü hareket edemezler… Biraz bilgiye sahip olduğunuz konuda artık mutsuzsunuzdur. Tüm bilgi gerektiren derin mevzular karmaşık ve zordur, insan doğasının tam tersine, emek, zaman, para ister… Bu karmaşa ve zorluktan keyif aldığını söyleyenlerin neredeyse tamamı yalancıdır. Deli ile dahi arasında gidip gelenlerde dahi kısmında kalanlar olabildiğine mutsuz, deli kısmındakiler ise alabildiğine mutludurlar.
Düşünseniz Oktay Sinanoğlu ne yazık ki Türkçe’nin öneminin farkında ve dil yok olduğunda ait olduğu kültür yok olacağına inanıyor. Bizler dükkânlarımızın adını, tabelalarımızı rahatlıkla yabancı dil sözcüklerle doldururken ve bundan mutlu oluyorken Oktay Sinanoğlu bundan öyle muzdarip ki hakkında kitaplar yazıyor, söyleşilere gidiyor, programlara çıkıyor…

        Başbakanları düşünsenize; ülkedeki her olumsuz olaydan haberdarlar ve sürekli karar almak zorundalar… Her an mutsuzluk…

         Şimdi yeni moda ise ki 70’lerde Beatles grubu ile başlamıştır; tüm dertleri mutsuzlukları alıp Hindistan’a gitmek… Değişimin insan doğasına getirdiği geçici hormonal aktiviteler beyni uyuşturduğundan mutlu olduğumuzu zanneder, mutsuzluklarımızı Hindistan’a götürür ve getiririz, beynin uyuştuğu kıvamdaki küçük anları hatırlayıp; “Aaa, Vallahi çok iyi geldi” diyebiliriz.

        Çok kötü rekabet koşullarında yetişmiş işçi baba, üçüncü çocuğunu yapıyor, maalesef hiç düşünmüyor, aynı rekabet şartlarının daha beteri ve daha büyük bir mutsuzluklara yeni bir çocuk getiriyor. O da büyük ihtimal işçi olacak… Dershaneye, özel hocaya gidemeyecek, sınıf arkadaşları ve çevresinde gördüğü şıkır şıkır insanlara ve kendine bakarak psikolojik sorunları artacak, ergen sefil dönemlerini hiç katmıyorum… Bu çocuk büyük ihtimal sorunlu, manipülasyona açık babası gibi cehaletin verdiği mutlulukları yaşayan biri olacak…

        Bu yazıda varsayılan hal (default) olarak mutlu olmayı seçtim, ancak varsayılan hal günümüzde kesinlikle mutsuzluktur… Biz mutsuz doğup mutsuz ölüyoruz, bunu kötü gibi algılamayın diye bu yazıyı kaleme aldım. Bu mutsuzluk normal… Kimse size doğmadan önce mutlu olmayı vaat etmedi… Mutlu olmak aşk gibi bir şey… Tüm hayata vurduğunuzda çok az anlar vardır mutlu olduğunuz, kahkahalarınıza dikkat edin büyük ihtimal çaresiz mutsuzluklara gülüyorsunuzdur. Cem Yılmaz sürekli çaresiz insan doğası seçimlerini anlatarak bizleri güldürür, bunu da çok iyi yapar.

        Bu kesinlikle karamsar bir yazı değil yanlış anlamayın; bu gittikçe sonuç odaklı olan dünyamızda; neden, nasıl soruları ve bu soruların cevapsız kalması üzerine yaşanan genel hal olan mutsuzluğu özetlemek için yazılmış yazıdır. Daha çok mutsuzluk için Matrix, Fight Club filmlerini izleyip derinlemesine anlamaya çalışmanız yeterli... Ya da herhangi bir şeyi kaliteli yapmaya çalışırsanız manyak mutsuz olursunuz.

        Size mutlu olacağınızı vaat eden her şey ve herkesten derhal uzaklaşın, mutlu olmanın değil ama mutlu-mutsuz ilişkisini hiç aklına getirmemenin bir yolu var cehalet ve vurdumduymazlık! 3 maymun var ya onu oynayacaksınız, insan doğasının gerektirdiği her şeyi yapacaksınız, sorunları ya halı altına iteceksiniz ya da onlardan olabildiğince uzaklaşacaksınız. Merak etmeyin sonuçlar felaket olsa da siz değil çocuk ya da torunlarınız görecektir.

        İşin doğal olarak kötü yanı ne biliyor musunuz? Gelişmişlik arttıkça mutsuzluk artıyor, gelişmemiş ülkelerdeki insanlara şöyle bir kuş bakışı bakarsak büyük ihtimal daha rahat bir yaşam sürdüklerini görebiliriz.

        Şöyle düşünün; iki insan ve bir tabak var, içinde de 1 adet muz, insan doğası gereği acıkır. Seçeneklere bakalım; insanlardan biri yerse diğeri aç kalacaktır, muzu yiyen mutlu olduğunu zanneder, ancak birazdan aç kalan tepesine balyozu indirecektir. Diyelim muzu yediniz, öteki insanı da öldürdünüz, bir muz size yetmeyecek yine mutsuzsunuz. Aynı denklemden paylaşmanın da mutluluk getirmeyeceğini çıkarabilirsiniz.

Mutsuzluk seviyesi değişmiyor, bu cenderede kazanmıyoruz yada kaybetmiyoruz ama evet bir seviye farkı var


        Kişisel gelişim kitapları ise Hollywood filmlerine de b.k atarak sonuç odaklı değil, yol odaklıdır. Önemli olan yoldaki zorluklardır. Dinlere baksanıza mutlu olmak sizi bu dünyaya bağlar, bu dünyaya bağlandıkça öteki dünyayı önemsemezsiniz, bu da sizi cehenneme götürür…

        Mutsuzluğu anlatan bir yazı da nasıl bir son bekliyorsunuz ki… Mutsuz olmaya devam… Çünkü bu varsayılan haldir. Ben bilgiye daha kolay ve daha hızlı ulaşacak torunum için üzülüyorum… (Yine mutsuz, düşünme işte torununu!) İnsan hormonal bir varlıktır, düşünceleri ve aksiyonlarından ibarettir. Size tek bir seçenek sunuyorum mutlu olmak için değil, ama biraz rahatlamak için… Bu varsayılan mutsuzluk sonsuz değil! Bir gün bitecek ve yeni bir tasarım olacak, bu yeni tasarımda mutsuzluk yaratılmamış olacak! Reenkarnasyona inanlara sesleniyorum, elinizdeki tek rahatlama aracını da alıyorsunuz, yapmayın!